Heybeliada Sanatoryumu, 15 Kasım 1924’te açıldığında, 16 yataklı, oldukça mütevazi bir sağlık tesisinden ibaretti. O dönemde tüberküloz (verem) hastalığı, veba, frengi ve kolera gibi korkunç hastalıklar arasında ünlüydü. Günümüzde AIDS, kanser ve korona virüsü neyse, geçmişte verem de o derecede ciddi bir sağlık sorunuydu. Verem kelimesi, o kadar olumsuz çağrışımlara yol açardı ki, insanlar bu hastalıktan adıyla söz etmekten çekinirdi. Örneğin, bir verem hastası, durumu hakkında sıkıştırıldığında, “Ciğerlerimde duman var,” derdi. Hastalığa, “ince hastalık” da denirdi ve verem hastaları, ölümden çok, hastalıklarının duyulmasından korkardı.
Başlangıçta, veremin bulaşıcı bir hastalık olduğu bilinmiyordu. Yakın zamana kadar, hatta belki günümüzde bile, halk arasında veremin üzüntüden kaynaklandığına inanılıyordu. “Kara sevda,” veremin başlıca sebebi sayılırdı. Umutsuz aşıklar, birbirlerine kanlı mendiller gösterirdi. Bu, “Senin için kan kusuyorum,” anlamına gelirdi. Bu yüzden, tüberküloz geçmişte en romantik hastalık olarak kabul edilirdi.
Hastalığın belirtileri arasında bitkinlik, iştahsızlık, kilo kaybı, hızlı yorulma, kesik kesik öksürük ve geceleri artan ateşle gelen terlemeler bulunurdu. Hastalığın ileri aşamalarında, öksürükle birlikte hastanın ağzından kan gelmeye başladığında, artık çok geç olduğu kabul edilirdi. 1882’de Robert Koch, vereme neden olan mikrobu (basili) keşfetmiş ve hastalığın solunum yoluyla bulaştığını kanıtlamıştı, ancak “streptomisin” adlı antibiyotiğin 1950’lerdeki keşfine kadar, verem fakir zengin ayrımı yapmaksızın yayılmaya devam etti.
O yıllarda, çam kokusu, deniz havası ve bol gıda tüketimi gibi unsurların vereme iyi geldiğine dair bir inanış vardı. Bu nedenle, Avrupa’da uygun yerlerde sanatoryumlar kurulmuştu. Bu özel hastanelerin temel ilkesi, huzurlu bir ortamda tam istirahat ve düzenli, sağlıklı beslenmeydi. Sosyeteden vereme yakalananlar, şifa bulmak için bu tesislere giderdi, ancak çoğu zaman yine de hastalıktan kurtulamazdı. İsviçre’nin Davos Sanatoryumu, en ünlü ve en çok tercih edileniydi. Ekonomik gücü Avrupa’ya gitmeye yetmeyenler ise, Davos’un mikro-iklimine çok benzeyen Heybeliada’ya yönelirdi.
Heybeliada’nın havasının Davos’a benzediğini ilk fark eden, Hacı Sami Bey adında uzun boylu, zayıf, köse sakallı biriydi. 1895’te, bir bahar sabahı Heybeliada’ya gittiğinde, adanın havasının farklılığını ve hafifliğini hemen hissetti. Bu deneyim üzerine, adada bir ev kiralayıp ailesiyle birlikte yerleşti. Ancak, Hacı Sami Bey de sonunda vereme yenik düştü.
Heybeliada Sanatoryumu’nun kuruluşu ve gelişimine katkıda bulunan bir diğer önemli kişi Dr. Server Kâmil’di. Uzun yıllar çaba sarf ederek yetkililerin dikkatini çeken Kâmil, nihayet 15 Ağustos 1924’te sanatoryumun kurulmasını sağladı. İlk başta sadece 16 yatağı olan sanatoryum, zamanla genişleyerek daha fazla hastaya hizmet vermeye başladı. Sanatoryum, tüberkülozla mücadelede önemli bir merkez haline geldi ve Türkiye’deki veremle mücadelede büyük bir rol oynadı.
Ancak, zamanla sanatoryumun durumu kötüleşti. Yolsuzluk iddiaları, personelde azalan motivasyon ve yetersiz finansman gibi sorunlar, sanatoryumun kalitesinin düşmesine neden oldu. 17 Ağustos 1999 depremi, zaten zor durumdaki sanatoryuma son darbeyi vurdu ve binada derin çatlaklar oluştu. Sanatoryum, nihayet 30 Eylül 2005’te kapandı ve 2009’da çıkan şüpheli bir yangınla daha da harap hale geldi.
Yıllar süren boşluk ve bakımsızlık sonrası, sanatoryumun muhteşem arazisi, yeni sahiplerini beklerken, tesisin eski ihtişamı yalnızca tarih sayfalarında kaldı. Sanatoryumun hikayesi, tıbbi başarıların ve toplumsal mücadelenin yanı sıra, yozlaşma ve ihmalin de tanıklığını yapar.